- Katılım
- 30 Ara 2023
- Mesajlar
- 9,437
-
-
- Konu Yazar
- #1
İkiside Her zaman için boynumuza borç iki emr-i ilâhîden biri adına diğerini ihmal eden bir tutum normal şartlarda düşünülemez.
“Şu emre uyuyorsan diğerine uyman şart değil” demeye kulların ne kendileri ne başkaları için hakkı ve yetkisi yoktur.
Ancak bugünün tablosuna baktığımızda biri yokken diğerinin olabildiği hayatlar hatırı sayılır bir çoklukla karşımıza çıkıyor. Bu durumun en göze çarpan tezahürlerinden birini gündelik hayatın içinde tesettürsüz olmakla birlikte beş vakit namaz kılanlar buna karşılık tesettürlü olduğu halde beş vakit namaz kılmayanlar vâkıası teşkil ediyor.
Genel olarak beş vakit namaz kılan hanımların tesettür emrine tesettürlü hanımların da beş vakit namaz emrine riayet ettikleri de bir vâkıa olmakla birlikte ikisinden yalnızca birine riayet edildiği durumlar da az değil.
Böyle bir tablo karşısında namaz ile tesettür arasında hangisi lehine bir vurguda bulunulduğu sorusunu sorduğumuzda ise vurgunun genelde tesettür lehine olduğunu söylemek zor değil. Bunun en önemli sebebi ise tesettürün ‘daha görünür’ olması olsa gerek. Nitekim birçok mütedeyyin ailenin çevreden gelmesi muhtemel olumsuz değerlendirmelerin de endişesiyle ergenlik çağına gelmiş kız çocuklarının tesettürüne beş vakit namazdan daha fazla vurguda bulunduklarını biliyoruz.
Bunun bir yansıması ise bazı mütedeyyin ailelerin çocuklarının veya bazı ailelerde eşlerin tesettürlü olduğu halde beş vakit namaz kılmıyor oluşları...
Bu gözlemime binaen şahsen değişik vesilelerle artık birer genç kız olmuş çocuklarının veyahut eşlerinin ‘tesettürsüz’ oluşlarından dolayı üzülen ve bu meseleyi nasıl halledebileceklerini soran annelere babalara veya eşlere öncelikle şu soruyla karşılık veriyorum: “Kızınız (veya eşiniz) beş vakit namaz kılıyor mu?” Cevap ‘evet’ ise cevabın kıldığı beş vakit namazın onu bir gün tesettüre de ¤¤¤üreceği şeklinde oluyor. Cevap ‘hayır’ ise öncelikli vurgunun ‘namaz’a olması gerektiğini söylüyorum.
Zira biliyoruz ki namaz her birine uymamız gereken İslâmî vecibeler silsilesinin ilk sırasında yer alıyor. Siyer kitaplarında Cebrail aleyhisselamın daha ilk vahyin geldiği gün Hz. Peygamber’e namazı da öğrettiği şeklinde rivayetler mevcut. Ki mü’minlerin daha en baştan itibaren Mekke hayatı boyunca namaz kılıyor olduklarını hem Mekkî sûrelerdeki namaza dair âyetlerden hem hadislerden hem yine siyer kitaplarından öğreniyoruz.
Beş vakit namazın ise Mirac’ın bir meyvesi olarak yine Mekke döneminde emredildiğini biliyoruz. Oruç zekat hac tesettür gibi emirleri getiren âyetler ise Medine yıllarında nazil olmuş âyetler... Bu silsilenin de gösterdiği gibi namaz insanı aklı kalbi ve ruhuyla bütünüyle ilâhî emirlere riayete hazırlayan bir ‘âzam ibadet’ hükmünde.
(Ki Bediüzzaman’ın 1922’de Ankara’da ‘namaza dair’ beyannamesinden rahatsız olan malum şahsa “İslâmiyette imandan sonra en yüksek hakikat namazdır” diye başlayan bir karşılık vermesi de hapishane hayatı boyunca da mahpuslara en ziyade söylediği şeylerden birinin ‘farz namazlar’ olması da bu sırdan olsa gerek.)
Diğer taraftan namazı başka bütün ibadetlerin bir bakıma fihristesi olması onların hepsinin bir çekirdeğini taşıması itibarıyla da ‘âzam bir ibadet’ olarak görüyoruz. Bu bakımdan beş vakit namaz kılan bir hanıma veya genç kıza kelimenin tam anlamıyla ‘tesettürsüz’ demek de haksız ve yakışıksız düşüyor. Zira ‘setr-i avret’ olarak tesettür namazın şartlarından biri.
Dolayısıyla gündelik hayatın içinde sokakta okulda veya işyerinde tesettürsüz gördüğümüz bir genç kız veya bir hanım en azından beş vakit namazını kılarken güzelce tesettüre bürünüyor.
Tesettür üzerine daha dün okuduğum bir kitapta gördüğüm şu ‘tesettür’ süreci bu bakımdan dikkat çekici: birinci aşamada namaz esnasında tesettür ikinci aşamada camiye veya dinî toplantılara giderken tesettür üçüncü aşamada tam olarak tesettüre bürünme.
Bu bakımdan tesettürün de bir emr-i ilâhî olduğunu asla unutmadan ve atlamadan merkezinde namazın olduğu bir hayat inşa etmemiz; çocuklarımızı eşlerimizi ve dostlarımızı da merkezinde namazın olduğu bir hayata davet etmemiz gerekiyor.
Karakalem’in yeni sayısında Prof. Dr. Ümit Meriç’le Pınar Demir’in yaptığı söyleşi başka şeyler kadar bu bakımdan da bana son derece anlamlı gözüktü. Kendi ifadesiyle tesettürünü ‘ne gizleyen ne de ilan eden’ kendisini ‘bir bayrak olarak ortaya atma gibi bir tasa’ duymadan tesettüre karar veren Prof. Dr. Meriç’in şu cümlelerini çok ama çok dikkat çekici buldum: “Başımı örtmekle İslâmî kimliğim görünür hale geldi. Fakat aslında bu 1977’den beri devam eden bir süreçti.
Başımı örttüğüm zaman yirmiiki yıldır namaz kılan oruç tutan bir insandım. (...) Ben hayatının bir dönemini namazsız geçiren bir insan olarak namazsızlığın ne demek olduğunu iyi biliyorum. Benim hayatım secdeden önce ve secdeden sonra diye ikiye ayrılabilir. Yani benim hayatımda bir milat var. O da bir sabah ezanıyla ilk namazı kıldığım gündür.”
Metin KARABAŞOĞLU